14 Ağustos 2014 Perşembe

“Ben Zalimler Çağında Yaşayan Bir Alçaktım”


Efendim, yaz ayının son günlerinden mütevellit insanın eli kolu eriyip gidecek zannına kapılıyoruz. Zira gerçekten de sıcak zamanlar geçiriyoruz, her anlamda. Seçimler bitti insanlar durgunlaştı da edebiyat olduğu yerde, kalbimizdeki mekanında taht kurmaya devam ediyor.
Ben de, mevsime uydum yine mevsim tadında kitap listemi aldım, oturdum yavaş yavaş okumaya. Kitap yazmanın yanı sıra, kitap okumak da bir sanattır efenim. Öyle her mevsim, her saat bir kitabı okuyamazsınız. Bunda yazarın mevsimlik duygularının esere yansıması da söz konusudur.
Polisiyeyi, bir zamanlar hatta geçen sene Ahmet Ümit imza gününe kadar sevmiyordum aslında. Herşey “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”ni okumamla başladı. Bir anda Ahmet Ümit kavramı bende farklı bir noktaya oturdu. Polisiyeyi edebiyattan saymayan, sanat değeri vermeyen insanlar çok. Bunun nedeni belki de polisiye filmlerin bir benzeridir aslında. Yani, hikayenin sonunu bilmek ikinci bir okuma isteyi uyandırmıyor. Ama size garantisini verebilirim ki, Ahmet Ümit romanları kitabı bitirdikten sonra bile uzun süre etkisinden kurtulamadığınız bir edebiyat. Bu konuda yine Ahmet Ümit Notos ekibiyle hazırladığı ‘Notos 46. Sayı Haziran-Temmuz’ sayısını bulursanız mutlaka inceleyin. Zira polisiyenin tarihi geçmişi hakkında daha çok bilgi edinebilir, bir çok polisiye kitap listesi yapabilirsiniz, ilginize sunulur. Neyse, genelden konuşmayı bırakıp özele yani, esere geçsek daha mantıklı olur zannımca.
Başlıktan anlayanlar olmuştur belki, ama ben yine de söyleyeyim eserin ismini ‘Patasana’. Gerçekten de hem polisiye romanı okuyayım, hem sanattan da ödün vermeyeyim, hem de ülkemin bir kısım tarihi dokusunu tanıyayım diyorsanız Ahmet Ümit’in ‘Patasana’ romanı bu konuda biçilmiş kaftan. Gelin isterseniz, kitabın arka kapağından yola çıkarak biraz bilgi vereyim size.


Arka Kapak
“Gaziantep yakınlarındaki antik Hitit kentinde bir kazı. Üç bin yıl önce yazılmış tabletler. Tabletlerin bulunmasıyla başlayan cinayetler. Yazman Patasana’nın itirafları. Parlak Güneydoğu güneşinin altında karanlık sırlar… Hititlerin tükenişi, Asurlular… Osmanlı’nın son dönemleri, Ermeniler… Günümüz Türkiyesi, Kürtler… Akan kardeş kanı… Bu toprakların değişmeyen yazgısı: Şiddet ve Aşk… Bu topraklardaki kanlı tarihe bir ağıt… Bu toprakların zengin kültürüne bir güzelleme…
Kitabın arka kapağında yazılanlara baktığınızda aslında sizin ait olduğunuzu düşündüğünüz ana başlıkları görebilirsiniz. Ama bu Patasana’yı kısıtlamak olur. Bir de yazarın bakış açısından bakarsanız esere, daha farklı yönler görürsünüz tabi. Grup başkanlığını yürüten arkeolog Esra’nın üzerinde büyük bir yük vardır. Hem üniversitesinin hem de Almanya Üniversitesi’yle ortak yürüttükleri ortak çalışma ona büyük bir sorumluluk yüklemektedir. İlk defa kazı başkanlığı yapması yetmezmiş gibi bir de halkın kafasını karıştıran seri üç cinayet halkın mevcut batıl inançlarını uyandırıyor. Hatta iş o raddeye geliyor ki, bu uyanış ekibe kadar uzanıyor.
Gaziantep kültürüyle ilgili ilginç bilgiler edineceğiniz bu kitap, her satrı tarih, edebiyat, sosyoloji ve coğrafya kokuyor. Bu kitabı bir polisiye romanı olarak elinize aldığınızda daha işin başında kitaba haksızlık etmiş olursunuz. Galiba, Ahmet Ümit romanlarının bu yönünü seviyorum. Yeni neslin, unutulmuş tarihine bir çok noktada ışık tutuyor. Bir gizem romanı olarak başlıyorsunuz ama bitirdiğinizde bir çok alanda donanmış olarak ayrılıyorsunuz kitaptan.
İsterseniz Patasana’nın kil tabletlerinden biraz alıntı yapalım, belki o zaman nasıl bir tarihi dokuya nüfus ettiğinizi anlarsınız:
“Ben zalimler çağında yaşayan bir alçaktım. Tanrıların korkak haline getirdiği bir alçak. Alçakların en acınacak olanı, en tiksinti vereni. Yüreğini dalkavukluk, aklını düşmanlıkla besleyen sinsi bir saray yazmanı. Bedenine sinmiş soylu nefretini, görkemli giysilerin yüzündeki derin acıyı, tunçtan daha katı bir mutluluk maskesinin ardına gizleyerek Hatti kralının emrine koşan ikiyüzlü bir tören adamı.
Sevdiği kadın, aşkı uğruna ölürken, kralına bağlılığın vakarıyla ellerini göğsünde kavuşturarak sessiz kalmayı, aşkı için ölmenin yüceliği yerine, sarayın taş duvarlarında büyüyen kendi değersiz varlığının görkemli gölgesine sığınmaktan çekinmeyen, sefihlerin en rezili. Ben ölüler içinde yüzen, ben, tanrılar tarafından alnına, ‘Sonsuza kadar acılar içinde kıvranacaktır,’ yazılan Saray Başyazmanı Patasana.”
Bu kadar yazı, bu kadar anlatım bize yetmedi, biraz daha içerik derseniz o zaman bu sıcakta kitap aşkıyla gözünüzü kör edip, kitapçınızın yolunu tutacaksınız. Benim gördüklerimden, anladıklarımdan daha fazlasını edinip edebiyat hanenize bir ‘yapıldı’ işareti koyacaksınız.

Şimdilik bu kadar. Kitapla, edebiyatla ve huzurla kalın efendim.

17 Şubat 2014 Pazartesi

Saydam Değiliz...

Toplumumuz hep bu kadar acımasız mıydı, yoksa biz bu zamana kadar gözleri kapalı mı geldik bu günlere?! Bu konuda yazdığım kaçıncı yazı bilmiyorum, ama bu konuya ne zaman değinsem, yeni bir çocuk, yeni bir kadın istismarı kabusuyla karşılaşıyor, yaşama, dünyaya kadın olarak geldiğim için lanet ediyorum. Zaten hata da burada başlamıyor mu? Kadın dövülür, yine kadın suçlanır; çocuk tecavüze uğrar edepli olsaydı denir; genç yaşta hayvandan bile daha aşağı mertebede tutularak evlendirilir; töremiz böyledir denilir. Ve ilk önce de biz kendimizi suçlarız. Gerçekten canlı olarak bu dünyaya gelme amacımız bu kadar mı? Satılmaya, tecavüze, dayağa mı layığız? Hangi din yazar çocuğa zulmü? Ne zamana kadar töreleri din adı altında önümüze süreceksiniz?
Kadın olmak... Her canlı gibi önce çocuk oluruz. İstediğimiz mutlu ve huzurlu aile, karnımızın doyurulması. Eskiden ve halen gündüz kuşağı kadın programlarına çıkan kadınlara, tecavüze uğradıysa, genç yaşta evlendirildiyse, sorulan soru "Neden hukuğa sığınmadın?" oluyor. Üzgünüm bugün bir çocuk daha hukuk tarafından mağdur edildi. Gösterilen gerekçe, "Olayın ruhsal çöküntü yaratmadığı"nın belirtildiği raporda, cinsel istismarın çocukta yarattığı travmanın zamanla açığa çıkacağı, bu nedenle de çocuğun ruhsal durumunun takip edilmesi gerektiği ifade edildi. Ve sanık tahmininiz üzere 'delil yetersizliği'nden serbest bırakıldı. İsimler farklı olsa da hikayeler hep aynı...
"İddialara göre, 44 yaşındaki H.T., sokakta arkadaşlarıyla oynayan 5 yaşındaki bir kız çocuğunu yanına çağırarak tenha bir yere götürerek istismarda bulundu.
Anne, kız çocuğunun, kollarına ve ağzına dokunulduğu zaman, "Dokunma, acıyor" demesi üzerine bir sorun olduğunu düşünerek kızından kendisine başına bir şey geldiyse anlatmasını istedi. Çocuğun, "Anlatırsam bana şeker almaz" sözleri üzerine aile polise giderek şikayetçi oldu.Çocuğun, pedagog eşliğinde ifadesinin alınmasının ardından olay ortaya çıktı. Annesi, cinsel istismara maruz kalan çocuğunun kıyafetlerini bir poşete koyarak Adli Tıp Kurumu'nda inceleme yapılabilmesi için savcılığa teslim etti. Bursa'da bir yakınının evinde saklandığı ortaya çıkan ve aynı zamanda istismar ettiği çocuğun uzaktan akrabası da olan sanık, Tunceli'ye getirildi. H.T., çıkarıldığı mahkeme tarafından geçtiğimiz kasım ayında tutuklanarak cezaevine gönderildi. Elazığ Fırat Üniversitesi, cinsel istismara maruz kalan kız çocuğunun ruh sağlığına ilişkin bir rapor düzenledi. Ve sevgili sanığımız yukarıda da dediğimiz gibi delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Tecavüzün nasıl delili olur ki? Düşüncesi bile mide bulandırmaya yetiyor.
Cinsel istismar olaylarının artışına dikkati çeken Dersim Kadın Merkezi'nden sosyolog Özlem Uç, davanın takipçisi olacaklarını belirterek, "Mazgirt'te alınan bu karar bu tür olayları arttırmaktan başka anlama gelmemektedir. Adalet yetkilileri bu kararı alırken, bu çocukların ya da bir diğerinin bu zanlılar tarafından tekrar böyle lanet bir mağduriyet yaşamayacaklarının garantisini verebilmekte midir? Tacizcileri cesaretlendiren adalet sistemimiz var oldukça biz kadınlar tehdit altında yaşamaya devam edeceğiz" diye konuştu."
Son cümleye dikkat, "Tacizcileri cesaretlendiren adalet sistemimiz var oldukça biz kadınlar tehdit altında yaşamaya devam edeceğiz." Yüce Adalet, biz insanız, yaşıyoruz, nefes alıyoruz, canlıyız! Bakın bize, saydam değiliz... Erkek egemen hukuk sistemi istemiyoruz.

14 Şubat 2014 Cuma

İyi ki Öldün Valentine!

Sevgili Valentine,
Sen bu satırları okurken, insanlar senin ölümün münasebetiyle sevdiklerine deli gibi alışveriş yapıyor olacak. Alışveriş yapmayanlar da sevdiklerinden paparayı yiyecekler. Farkındayım fazla laubali bir mektup olacak ama günümüzün cılkı çıkmış aşklarını anlatmaya böyle bir mektup fazla bile...
Hatırlar mısın bilmem, senin hikayen daha Roma İmparatorluğu zamanına dayanıyor. Bu günlerde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi Juno'ya duyduğumuz saygıdan ötürü tatil yapardık. Juno ayrıca halkımız tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. 14 Şubat'ı takip eden 15 Şubat günü ise Lupercalia Bayramı başlardı. Ne kadar önemliydi o gün bizler için... Zira yaşantıları kesin kurallarla sınırlandırılmış, bunun sonucu olarak da bir birliktelik şansı olmayan gençlerimiz, bayram süresince birbirlerinin partneri olurlardı. İşin en güzel yanı neydi biliyor musun Valentine, bu birliktelikler birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp genellikle evlilikle sonlanıyordu. Ta ki, zalim İmparator II. Claudius, Roma'yı kendi katı kuralları ile zalimce yönetene kadar. İmparatorumuzun en büyük  problemi ordusunda savaşacak adam bulamamaktı. Onun dediğine göre, bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriymiş. İşte bu yüzden İmparator Efendi nişan ve evlilikleri kaldırdı. Hey gidi günler hey, sen de Claudius zamanında papazlık yapıyordun. Senin gibi papaz olan Aziz Marius'la birlikte Claudius'un yasağına rağmen az çifti evlendirmediniz... Tabi ki, o elem güne kadar... Sen tutuklandın ve şehir meydanında sopayla dövülerek öldürüldün. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat Günü Hıristiyan mezarlığına gömüldün.
Şimdilerde neler oluyor sen gittikten sonra diye sorarsan, bence sorma... Zira ölümün kapitalist toplumların rantı haline geldi. Durmadan insanlara delice alışveriş yapın ki, sevdikleriniz sizi sevsin ve size saygı duysun mesajı empoze ediliyor. Ne kadar hediye o kadar sevgi. Halbuki bilmezler asıl sevginin tek bir güne sığamayıp, hergün özel olduğunu... En çok canımı acıtan ne biliyor musun, Valentine? Bu 'sevgililik oyunu'nu zariflik hayranı olan kadınlar üzerinden oynamaları. Komşuda görünce annesine koşup ağlayan çocuklar gibi, kadınlar da eşlerine, sevgililerine "Hadi beni de tek bir gün hatırla" diye ısrar ediyorlar. Ne diyeyim be sevgili Valentine, sevgi ölmüş cenaze namazı kılınıyor. Biliyor musun Müslümanlardan öğrendim bu değimi... Artık onlar da kutluyorlar bu günü. Beynelmilel oldu anlayacağın... Sevginin dili, dini, ırkı olmadığını bilirdim ama fiyatı olduğunu yeni yeni öğreniyorum.
Evet, mektubu burada bitirirken sana iç açıcı şeyler yazamadığım için bağışla beni Valentine... Ne diyeyim belki bir dahaki, mektupta yazacak güzel şeyler yaşarım. He bu arada camdan dışarı bakınca içimden dedim ki, "İyi ki ölmüşsün be Valentin... Yoksa bu zavallı insanlık, yılda bir kere de olsun 'sevgi' kelimesini kullandıkları günü nasıl hatırlardı?!
Sevgilerimle,
Roma'dan bir dost...

5 Şubat 2014 Çarşamba

Para Reklam Aracı Değildir!


Bugün bakkaldan alışveriş yaptıktan sonra ilginç bir durumla karşılaştım. Elimde üç tane madeni 1 Türk Lirası vardı ama bunlardan biri diğerlerinden farklıydı. Önce sahte para sandım ve bakkala geri döndüm. Malesef satıcı da durumdan bihaberdi. Evet, farkındayım siz de çok meraklandınız... Ama fotoğrafa dikkatlice bakarsanız sevinirim. Zira ben de baktığımda o şaşkınlıkla madeni paralar mı değişti yoksa elimdeki para mı sahte diye düşündüm. Ama eve gelip, sakin kafayla durumu incelemeye kalkınca olay çözülmeye başladı.
Madeni paranın arka yüzünde alıştığımızın aksine Atatürk'ün fotoğrafı değil de, gelenek üzerine her yıl düzenlenen "Türkçe Olimpiyatları"nın logosu vardı. Aynen şöyle yazıyor "10. yıl Türçe Olimpiyatları"... Evet, tahmin ettiğiniz üzere bu para iki yıl öncesine ait ve o dönem hatıra niteliğinde basılmış. Daha sonra derinlemesine araştırınca, zamanında bu konu bayağı eleştiri almış. Zira bu tür paralar hatıra amaçlı ve az miktarlarda basılır. Ayrıca da genellikle koleksiyonerler tarafından alınır. Ama nedense bu hatıra paraları 2000 adet basılmış ve piyasaya sürülmüş. Gördüğünüz üzere hala da piyasada ve tedavülden kaldırılmamış. İşin derinine indikçe bir çok gazetede yayınlanan haberler problemi ortaya koyuyor.
Bakın olduğu gibi alıntı yaptığım 15 haziran 2012 Milliyet gazetesinin haberinde ne diyor;
Pendik’ten arayan ve adının açıklanmasını istemeyen bir market sahibi Kurtköy Uydukent’teki marketlerinde akşam kasa hesabı yaparken madeni üzerinde Atatürk resmi olmayan 1 Türk lirasına rastladığını belirterek “Hatıra” amacıyla basılmış paraların alışverişte kullanılamayacağını ve daha önce benzer şekilde basılan paraların kullanılmadığına dikkat çekti.
“Hatıra amacıyla basıldığı belirtiliyor, fakat alışverişte de kullanılıyor. Bu kabul edilebilir değil” ifadelerini kullanan market sahibi şunları söyledi: “Paralar normal 1 TL’lere benzediği için alışveriş sırasında dikkatimi çekmemiş. Akşam paraları sayarken Türkçe Olimpiyatları 10. yıl yazısını gördüm. Birkaç tane daha çıkınca, paranın iki yüzünde de sadece yazıların olduğunu gördük. Bu paraların piyasaya sürülmesi ile insanlar yavaş yavaş bir şeylere alıştırılmak isteniyor. Atatürk resminin çıkarılarak bir cemaatin organize ettiği şenliğin Türk parası üzerine basılması çok düşündürücü ve üzücü bir durum. Ben Atatürk’e bağlı bir Türk yurttaşı olarak para üzerinden Atatürk resminin kaldırılmasını ve cemaat propagandası yapılmasını kabullenemiyorum.”
Türkçe Olimpiyatları için bastırılan paralara tepki gösteren Sevgi Kaya ise “Yurtdışında yaşayan bir cemaat liderinin organize ettirdiği etkinlik için özel para bastırılması Türkiye adına utanç vericidir. Darphane’nin bu şekilde para basması cemaatlerin yavaş yavaş toplum hafızasına kazınmasının nedenidir” dedi.
Kültür, sanat ve milli değerleri korumayı ve yaşatmayı hedefleyen hatıra paraların hazırlanmasının ilgili bakanlıkların iznine ve onayına tabi olduğunu hatırlatan Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürü Sadettin Parmaksız, “Her yıl büyük bir heyecanla bekler hale geldiğimiz Türkçe Olimpiyatları’na biz de bastırdığımız bu paralarla destek veriyoruz” dedi. (Cumhuriyet)
Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, cemaatin Türkçe Olimpiyatları için 2 bin adet hatıra para basarak satışa sundu. Hatıra paranın yanı sıra olimpiyat logolu 1 milyon adet madeni 1 TL de tedavüle sürüldü.
Hazırlanan paranın bir yüzünde Türkçe Olimpiyatları logosu, diğer yüzünde ise bu yıl seçilen 'İnsanlık el ele' sloganı yer alıyor. 925 ayar gümüşten yapılan ve nominal değeri 50 TL olarak belirlenen hatıra paralar 100 TL fiyatıyla satışa sunuldu.
Evet, bilmiyorum şu anda ne düşünüyorsunuz ama galiba sorun böyle bir paranın basılması değil piyasaya sürülmesi galiba. Ve hala da piyasada... Bu paralar hatıra için basılır ve tekrar söylüyorum koleksiyon görevi taşır. En azından üzerinde iki yıl geçmesine rağmen para hala piyasada ve elden ele dolaşıyor. Ve lütfen, para eğer bir milletin temsillerinden biri ise bunu reklam aracı olarak kullanmaktan vazgeçilmeli!
Bugün bakkaldan alışveriş yaptıktan sonra ilginç bir durumla karşılaştım. Elimde üç tane madeni 1 Türk Lirası vardı ama bunlardan biri diğerlerinden farklıydı. Önce sahte para sandım ve bakkala geri döndüm. Malesef satıcı da durumdan bihaberdi. Evet, farkındayım siz de çok meraklandınız... Ama fotoğrafa dikkatlice bakarsanız sevinirim. Zira ben de baktığımda o şaşkınlıkla madeni paralar mı değişti yoksa elimdeki para mı sahte diye düşündüm. Ama eve gelip, sakin kafayla durumu incelemeye kalkınca olay çözülmeye başladı.
Madeni paranın arka yüzünde alıştığımızın aksine Atatürk'ün fotoğrafı değil de, gelenek üzerine her yıl düzenlenen "Türkçe Olimpiyatları"nın logosu vardı. Aynen şöyle yazıyor "10. yıl Türçe Olimpiyatları"... Evet, tahmin ettiğiniz üzere bu para iki yıl öncesine ait ve o dönem hatıra niteliğinde basılmış. Daha sonra derinlemesine araştırınca, zamanında bu konu bayağı eleştiri almış. Zira bu tür paralar hatıra amaçlı ve az miktarlarda basılır. Ayrıca da genellikle koleksiyonerler tarafından alınır. Ama nedense bu hatıra paraları 2000 adet basılmış ve piyasaya sürülmüş. Gördüğünüz üzere hala da piyasada ve tedavülden kaldırılmamış. İşin derinine indikçe bir çok gazetede yayınlanan haberler problemi ortaya koyuyor.
Bakın olduğu gibi alıntı yaptığım 15 haziran 2012 Milliyet gazetesinin haberinde ne diyor;
Pendik’ten arayan ve adının açıklanmasını istemeyen bir market sahibi Kurtköy Uydukent’teki marketlerinde akşam kasa hesabı yaparken madeni üzerinde Atatürk resmi olmayan 1 Türk lirasına rastladığını belirterek “Hatıra” amacıyla basılmış paraların alışverişte kullanılamayacağını ve daha önce benzer şekilde basılan paraların kullanılmadığına dikkat çekti.
“Hatıra amacıyla basıldığı belirtiliyor, fakat alışverişte de kullanılıyor. Bu kabul edilebilir değil” ifadelerini kullanan market sahibi şunları söyledi: “Paralar normal 1 TL’lere benzediği için alışveriş sırasında dikkatimi çekmemiş. Akşam paraları sayarken Türkçe Olimpiyatları 10. yıl yazısını gördüm. Birkaç tane daha çıkınca, paranın iki yüzünde de sadece yazıların olduğunu gördük. Bu paraların piyasaya sürülmesi ile insanlar yavaş yavaş bir şeylere alıştırılmak isteniyor. Atatürk resminin çıkarılarak bir cemaatin organize ettiği şenliğin Türk parası üzerine basılması çok düşündürücü ve üzücü bir durum. Ben Atatürk’e bağlı bir Türk yurttaşı olarak para üzerinden Atatürk resminin kaldırılmasını ve cemaat propagandası yapılmasını kabullenemiyorum.”
Türkçe Olimpiyatları için bastırılan paralara tepki gösteren Sevgi Kaya ise “Yurtdışında yaşayan bir cemaat liderinin organize ettirdiği etkinlik için özel para bastırılması Türkiye adına utanç vericidir. Darphane’nin bu şekilde para basması cemaatlerin yavaş yavaş toplum hafızasına kazınmasının nedenidir” dedi.
Kültür, sanat ve milli değerleri korumayı ve yaşatmayı hedefleyen hatıra paraların hazırlanmasının ilgili bakanlıkların iznine ve onayına tabi olduğunu hatırlatan Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürü Sadettin Parmaksız, “Her yıl büyük bir heyecanla bekler hale geldiğimiz Türkçe Olimpiyatları’na biz de bastırdığımız bu paralarla destek veriyoruz” dedi. (Cumhuriyet)
Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, cemaatin Türkçe Olimpiyatları için 2 bin adet hatıra para basarak satışa sundu. Hatıra paranın yanı sıra olimpiyat logolu 1 milyon adet madeni 1 TL de tedavüle sürüldü.
Hazırlanan paranın bir yüzünde Türkçe Olimpiyatları logosu, diğer yüzünde ise bu yıl seçilen 'İnsanlık el ele' sloganı yer alıyor. 925 ayar gümüşten yapılan ve nominal değeri 50 TL olarak belirlenen hatıra paralar 100 TL fiyatıyla satışa sunuldu.

Evet, bilmiyorum şu anda ne düşünüyorsunuz ama galiba sorun böyle bir paranın basılması değil piyasaya sürülmesi galiba. Ve hala da piyasada... Bu paralar hatıra için basılır ve tekrar söylüyorum koleksiyon görevi taşır. En azından üzerinde iki yıl geçmesine rağmen para hala piyasada ve elden ele dolaşıyor. Ve lütfen, para eğer bir milletin temsillerinden biri ise bunu reklam aracı olarak kullanmaktan vazgeçilmeli!

3 Şubat 2014 Pazartesi

Tecavüze mi Uğradın? Evlen Bitsin...

Gün geçmiyor ki, Yüce Yargı'mız yenilikleriyle bizlerin işini kolaylaştırmasın! Bu günlerde Ali İsmail Korkmaz kardeşimizin davası görülürken, geçtiğim bir kaç haftada Kader ve pedofili gündeme işlerken dün de HSYK'dan ilginç (!) talepler geldi.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) verdiği rapora göre; HSYK raporunda tecavüze uğrayan mağdurların ruh sağlıklarının bozulması halinde cezanın arttığı gerekçe gösterilerek düzenlemenin kaldırılması istenmiş. Bu önerinin yanı sıra mağdurun tecavüzcüsüyle evlendirilmesi de önerilmiş. Böylece dava sayısının azalacağını ifade etmiş Yüksek Kurul (!).
HSYK raporunda yer alan bazı öneriler var ki adeta okurken bunun şaka niteliğinde bir haber olduğunu düşündüm;
  • Kadına şiddete kamu davası açılmasın. Uzlaştırma komisyonu kurulsun.
  • 15 yaş altındakilerle ilişki rızayla olursa ceza indirimi de yapılsın.
  • Tecavüz mağdurundan ruh sağlığı raporu istenmesin. Ceza çok artıyor.
  • Küçük yaşta yapılan evlilikler için kocalara ceza verilmesin.
  • Kadın tecavüzcüsüyle evlendirilsin böylece dava sayısı azalır.
İsterseniz bu beşer maddeyi bir beşer gözüyle değerlendirelim.
  1. Kadına şiddete kamu davası açılmasın. Uzlaştırma komisyonu kurulsun. Nasıl olacak? Mesela kadın öldüresiye dövülüyor, mahkemeye başvurcak, şikayette bulunacak, yargının da çok değerli savunucuları da "Kızım yapma etme... Kocandır ne eyler güzel eyler. Analarımız, ninelerimiz de kocalarından şiddet görmedi mi? Ne olacak seni öldüresiye dövmüşse? Demek ki, seviyor. Seviyor ki, kıskanıyor. E, o kadar dayaktan ne olacak. Hadi barışın gitsin." mi diyecekler. E o zaman böyle anam babam usulü yargı varsa ortada, kuralım bir ihtiyar heyeti onlar karar versin. Değerli yargımızı "Kadın Cinayetleri"yle yormayalım!
  2. 15 yaş altındakilerle ilişki rızayla olursa ceza indirimi de yapılsın. Hayır, anlayamadım oradaki dahi anlamındaki 'de' neyin nesi oluyor? 15 yaşın altındaki bir genç kız çocuğu olarak niteleniyor toplumda. İstedikleri şeriat düzeni bir yargı kurmaksa, evlenme yaşı neden 18 olarak belirlendi ki? O zaman her önüne gelen gözüne kestirdiğiyle ilişki kursun, daha sonra iradi gücü gelişmeyen o varlığı baskı altında tutarak "Rızasıyla oldu beyim" dedirtsin!
  3. Tecavüz mağdurundan ruh sağlığı raporu istenmesin. Ceza çok artıyor. Çok özür dileriz. Malum bizim hem tecavüze uğrayıp hem de şikayet etmeye ne hakkımız var. Bizim bir değerimiz mi var ki, sağlık raporumuz da olsun? Ayrıca hanımlar siz de amma abartıyorsunuz yahu! Alt tarafı adı üstünde 'tecavüz'... Ne olacak 'he' deyin gitsin!
  4. Küçük yaşta yapılan evlilikler için kocalara ceza verilmesin. Tabi canım, ne gerek var. Kız çocuğuna ceza verin. Utanmıyor mu yaşlı başlı adamı baştan çıkarmaya. Halbuki bu adamlar masumane duygularının 'Kader Kurbanları'! Kızlar yapmayın, onlar da can... Adamlar o kadar sevmişler, etmişler... He bir de adam hasta. Doktorlar o kadar teşhis koydu pedofili bunlar diye. Ne gerek var şimdi elin garibine ceza istemeye!
  5. Kadın tecavüzcüsüyle evlendirilsin, böylece dava sayısı azalır. He, işte bu. Bu karar beni benden aldı. Ne kadar hoşgörülü bir yaklaşım değil mi? Sonuçta adam o kadar tecavüz etmiş, tehlikeyi göze almış, demek ki duygularına gem vuramayacak kadar seviyormuş (!). Yani, toplumumuz ne kadar duyarsız hale gelmiş. Hiç sevgiden, aşktan, tecavüzden (!) anlamıyor. Yazık...
Yüzünüzdeki şaşkın ifadeyi görüyor gibiyim... Ama üzgünüm yukarıda okuduklarınız doğru! Kadının pul kadar değeri olmadığı böyle bir toplumda bizleri kim koruyacak? Yargı nerede dediğimizde 'affet geç' geleneği mi uygulanacak? O zaman yargıya ne gerek kalırdı... Küçükken duyduğum bir şehir efsanesi vardı: Tecavüz suçundan yargılananlar cezaevlerinde rahat bırakılmaz bir şekilde orada da adalet yerini bulurdu. Herhalde bundan sonra o tecavüzcüleri cezaevlerinde davullarla, zurnalarla karşılayacaklardır. E ne de olsa onlar 'Adaletin kıyak kılıcı'nın altından geçmişler!
Ne diyelim hanımlar siz de mübalağa etmeyin. Ne demiş Yüce Yargı "Tecavüze mi uğradın? Evlen bitsin!"

28 Ocak 2014 Salı

Fütursuz Misafir

İstediği saatte gelsin, gitsin
Kafasına göre at koştursun beynimde
Her istediğini yaptırsın,
Davetsiz misafirim o,
'İlham perim' benim... (N.G)

24 Ocak 2014 Cuma

UĞUR'umuzu kaybedeli tam 21 yıl oldu!

Oturdum masa başına gözlerim takvimdeki 24'e takıldı... Vay be, o kadar oldu mu dedim kendime, o kadar uzun zaman mı oldu üzerimizden kara bulutlar inmeyeli? Düşündüm, ne anlatabilirdi onu bu kadar güzel, ne karşılık verebilirdi toprak altındaki dingin bakışlarına? Belki, de sen de 1992'yi 1993'e bağlandığı yılbaşı gecesinde ailenle, halkınla beraber daha nice başarıya imza atmak istemiştin... Kim bilir, neler tahayyül etmiştin biçare halkın için. Kalemin nice sınırlar fethedecekti ama olmadı...
Evet, tahmin ettiğiniz hatta çoğunuzun ne zamandır -üzgünüm- unuttuğu biri, onsuz geçen tamıtamına 21 yıl... Neler değişti, kimler geldi geçti bu iktidardan, ama sana olan özlemimiz değişmedi Uğur Mumcu!
Ne anlatabilir ki onu... Bu kuru satırlarda ne ses verebilir ki onun söylenmeyen cümlelerine... Belki de yapılacak en güzel gençlerimize onu bir nebze de olsa tanıtmak olur.
Annesi Nadire Hanım, babası Tapu Kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey idi. Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 tarihinde, Kırşehir'de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu. İlk ve orta okulları Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi'nde okuyan Mumcu, çok aktif bir öğrenciydi. 1961'de başladığı üniversite eğitimini avukat olmak üzere başladığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde 1965'te tamamladı. Henüz öğrenciyken 26 Ağustos 1962’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan "Türk Sosyalizmi" başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülü'nü aldı. 1963'te fakültede öğrenci derneği başkanı seçildi. 1969-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde İdare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı olarak çalıştı.
Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada 12 Mart döneminde bir yazısında kullandığı "ordu uyanık olmalı" sözleriyle, "orduya hakaret etmek" ve "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediği iddasıyla gözaltına alındı. Mamak Askeri Cezaevi'nde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Fakat bu karar Yargıtay tarafından bozuldu ve Mumcu serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra askerliğini yedek subay olarak yapması gerektiği halde, 1972-1974 yılları arasında Ağrı'nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla "sakıncalı piyade eri" olarak tamamladı. Patnos'ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi.
Yeni Ortam gazetesinde köşe yazarlığı yapan Uğur Mumcu, 1975’ten itibaren Cumhuriyet Gazetesi'nde 'Gözlem' başlıklı köşesinde düzenli olarak yazmaya başladı. Aynı zamanda Anka Ajansı'nda çalışmaktaydı. 1975’te Mart dönemini sergilediği makalelerinden oluşan "Suçlular ve Güçlüler" adlı kitabını yayınladı. Aynı yıl, Altan Öymen' le birlikte hazırladıkları, Süleyman Demirel'in yeğeni Yahya Demirel'in hayali mobilya ihracatını konu edinen, "Mobilya Dosyası" adlı kitabı yayınlandı.
1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başlayan Mumcu, "Gözlem" başlıklı köşesinde 1991 yılının Kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı. 1977’de "Sakıncalı Piyade" ve "Bir Pulsuz Dilekçe" kitapları yayımlandı. Ertesi yıl, "Sakıncalı Piyade" adlı yapıtını Rutkay Aziz ile birlikte tiyatroya uyarladı. Oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu'nda tam 700 kere sahneledi. 1978’de, ünlünün yaşam öykülerini, siyasal geçmişlerini, bir güldürü zenginliğiyle anlattığı kitabı "Büyüklerimiz" yayımlandı.
1981’de terörün silah kaçaklığıyla ilgisini ortaya koymak ve kamuoyunu bu konuda uyarmak için yazdığı "Silah Kaçakçılığı ve Terör"ü yayımladı. Aynı yıl, Mehmet Ali Ağca'nın Papa'yı öldürme girişiminden sonra Ağca üzerine inceleme ve araştırmalarını yoğunlaştırdı.
Türkiye'de terör olaylarının artması nedeniyle, 1979 yılında 12 Mart dönemi öncesi ve sonrası gençlik liderlerinin yaşadıklarını kendi ağızlarından yansıttığı ve silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağına dikkat çektiği kitabı "Çıkmaz Sokak"ı yayımladı. 1982’de "Ağca Dosyası", ardından "Terörsüz Özgürlük" adlı makale derlemesi yayımlandı. 1983 yılında Ağca ile cezaevinde röportaj yaptı. 1984 yılında Aziz Nesin öncülüğünde bir grup tarafından Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığına sunulan, ancak Kenan Evren'in imzalayanları "vatan hainliği" ile suçlayarak dava açtığı "Aydınlar Dilekçesi"nin hazırlanmasına katıldı; 12 Eylül döneminde aydınlara yapılan işkenceyi anlatan "Sakıncasız" adlı oyunu yazdı; "Papa-Mafya-Ağca" kitabını yayımladı.
1987’de araştırmacı gazetecilik açısından büyük bir başarı kabul edilen "Rabıta" ve "12 Eylül" adlı kitapları; 1991’de en önemli araştırmalarından biri olan "Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925" yayımlandı.
1991 yılında İlhan Selçuk ve yaklaşık seksen Cumhuriyet gazetesi çalışanı ile birlikte gazeteden ayrıldı. Bir süre işsiz kaldı. 1 Şubat - 3 Mayıs 1992 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi'nde yazan Mumcu, Cumhuriyet Gazetesindeki yönetim değişikliği üzerine 7 Mayıs 1992'de Cumhuriyet'e döndü.
Mumcu, 7 Ocak 1993 tarihinde "Mossad ve Barzani" isimli bir yazı yazdı. Bu yazısında Barzani, CIA ve Mossad arasındaki bağlantılara değindi ve yazısını şöyle bitiriyordu:
"Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında?" "Yoksa CIA ve MOSSAD, anti-emperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?"
8 Ocak 1993 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'ndeki "Ültimatom" başlıklı yazısında ise yakında yayınlayacağı kitabında istihbarat örgütleri ile Kürt milliyetçileri arasındaki bağlantıları açıklayacağını yazmıştı. Kardeşi İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ceyhan Mumcu, cinayetten önce Uğur Mumcu'nun İsrail elçisiyle görüşme yaptığını basına gönderdiği açıklamada yazmıştı. Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Mumcu 24 Ocak 1993 tarihinde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmeden önce polis-mafya-siyaset ağının derin boyutlarını araştırmaktaydı. Öldürülme sebebi olarak Abdullah Öcalan'ın bir müddet MİT için çalıştığını araştırması iddia edilmektedir.
Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993'te Ankara'da Karlı Sokak'taki evinin önünde, arabasına konan C-4 tipi plastik bombanın patlaması sonucu suikaste kurban giderek yaşamını yitirdi. Suikastın hemen ardından olay yerinde inceleme yapan uzmanların hiçbir delil bulamadığı, patlamayla etrafa dağılan ve cımbızla toplanması gereken delillerin ise süpürgeyle süpürüldüğü iddia edilmiştir.
Suikasti; İslami Hareket, İBDA-C, Hizbullah, PKK gibi örgütler üstlendi. Suikastin arkasında Mossad'ın ve kontrgerilla'nın olduğu da iddia edilmiştir. Ergenekon Davası sanıklarından Ümit Oğuztan, iddianamede yer alan ifadesinde, Mumcu'nun seri numarası silinmiş ve şu an Irak Devlet Başkanı olan Kürdistan Demokratik Partisi lideri Celal Talabani'ye götürülen silahlarla ilgili araştırması nedeniyle öldürüldüğünü iddia etti. Ayrıca Ağabeyi Ceyhan Mumcu kendi yaptığı araştırmada ölümüne yakın bir süre içerisinde Mossad ve Barzani ilişkisi ortaya çıkınca İsrail büyükelçisinin ısrarla kardeşi Mumcu'yla birebir olarak görüşmek istediği, ancak Uğur'un tek görüşmeyi kabul etmemesine rağmen görüşmenin yapıldığını belirtmiştir.
Uğur Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'yu ziyaretleri sırasında, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, "cinayeti çözmenin, devletin namus borcu olduğu"nu belirterek adeta namus sözü verdiler (1993). Ama ne yazık ki, halen suikastin failleri yakalanamamıştır.
Biliyoruz ruhun hiç rahat değil, hiçbir zaman da olmayacak... Ki bizler de hiç rahat değiliz, zira UĞUR'umuzu kaybedeli tam 21 yıl oldu!

23 Ocak 2014 Perşembe

Tarihten arta kalanlar: 23.01... (Avrupalı Kardelen)


Bu yazı dizinim son zamanlarda fazla ilgi çekmese de -başlayalı üç gün oldu- neyse acele etmeyelim bence inanıyorum ki, her yeniliği başta yadırgayan halkımız belki bunu da daha sonra kabullenir. Zira biz gençler tez canlılık gösterip, bir şey olmuyorsa hemen ondan vazgeçmeyi tercih ediyoruz daha çok. Halbuki sebat edip, sonuna kadar mücadele etmek varken... Neyse ben mücadeleme, unuttuğumuz, vazgeçmek istediğimiz, geçmişimizi bilmeden geleceğimizi inşa etmeye çalıştığımız, sınırları kaldırma çabası verdiğimiz şu günlerde bir kadından bahsetmek istiyorum. Şu aralar Anja Meulenbelt'in "Feminizm ve Sosyalizm" eserini okurken böyle bir şahsiyetten bahsetmemek olmaz diye düşündüm.
Bugün sizlere bahsedeceğim şahıs tarihte bir ilki başarmış kadındır. Adı, Elizabeth Blackwell. Günlerden tam da bugün, yıllardan 1849'da Blackwell ABD'de tıp diploması alarak "Dünyanın tıp diploması alan ilk kadını" ününü kazandı. Bu galiba işin sonuç evresi. İsterseniz biraz Elizabeth Blackwell'den bahsedelim:
Elizabeth Blackwell ve ailesi, Elizabeth 11 yaşındayken Amerika Birleşik Devletleri'ne taşındılar. 1838 yılında babalarının ölümünden sonra Elizabeth, kız kardeşi ve annesiyle birlikte okul açtılar. Elizabeth tıpta ilerlemek istiyordu ama o dönemlerde bir kız için tıp yolu hiç de kolay değildi. Geneva Tıp Koleji onu kabul edene kadar yani 1847 yılına kadar evde tek başına kendini yetiştirmeye çalıştı.1849 yılına kadar yani mezun olana kadar Elizabeth hiç de mutlu değildi. Okulda herkes erkekti ve hiç kimse de bir kızın doktor olacağına inanmıyordu. Ailesi ve okuldaki herkes onu bu fikrinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Paris ve Londra'da çalıştıktan sonra New York'a geri geldi. Orada, 1857 yılında "New York Infirmary for Indigent Women and Children (Yoksul Kadın ve Çocuklar için Revir)" adlı bir klinik açtı. Aynı yıl "British Medical Register"de ilk anlatılan kadın doktor oldu. 1860ların sonlarında kadınlar için tıp okulu açtı. "Women’s Medical College of the New York Infirmary (New York Kadınlar için Tıp Fakültesi)"nde okuyan öğrenciler eğitimlerinin bir bölümünde Blackwell ailesinden hijyen dersleri de aldılar. Elizabeth temizliğin tıpta önemli bir yeri olduğuna inanıyordu. Kolejteki eğitimlerinden sonra tekrar İngiltere'ye döndü. 1877 yılında emekli olup Hastings'e taşındı. 31 Mayıs 1910 yılında da evinde hayata gözlerini yumdu.
Hakkında araştırma yaptığımız zaman ne kadar az bilgiye sahip olduğumuzu görüyoruz. Elizabeth Blackwell şanslıydı ki, ailesini durumu vardı da hayallerini bir nebze de olsa gerçekleştirebildi. Ama ne yazık ki, hala günümüzde, hatta ülkemizde de onun gibi tıp okumak isteyen, ya ailesinin durumundan ötürü ya da ailevi engellere takıldığından dolayı istediği mesleği gerçekleştiremyor. Blackwell tıp okumak istediği yıllar 1800'lü yıllar. Yıl 2014... Resme baktığımız zaman geçen 200 yıla rağmen hala bazı tabuların yıkılamadığını görüyoruz. Dileriz, kadın da doğasının aksine şeyler, daha doğrusu başarılar gerçeşkleştirir.

21 Ocak 2014 Salı

Tarihten arta kalanlar: 22.01... (Kaçıranı Meçhul)

Bugün yine size tarihin arka sayfalarına ittiği isimlerden biri olan Refik Erduran'dan bahsetmek istiyorum. Öncelikle bugün sadece hapiste yatan ve kendisi için imza kampanyası başlatan halkı ve Nazım Hikmeti anlatmak istedim ama birbirleriyle bağlantılı bu iki insanı ve Erduran'ın olaylı oyunu "Bir Kilo Namus" eserinden yola çıkarak üç yaşanmış olayı köşe yazımın bugünkü tarihine sığdırayım diye düşündüm. Neredeyse her alanda çalışmaları ve döneme göre oldukça çalkantılı yaşamıyla dikkatleri üzerine çeken; tarihimize, edebiyatımıza ve tiyatromuza yaptığı katkıları, Nazım Hikmet'le olan dostluğu, çabuk unutulan Refik Erduran'ı hatırlatmak isteriz görmeyi isteğen gözlere.
Kökleri Karamanoğulları Beyliği'ne dayanan bir aileden gelir. Dedesi, Ağır Ceza Reisi Ahmet Erduran, babası asker ve avukat Hüsamettin Ahmet Bey'dir. Annesi ise Türkiye’de ilk resimli dergiyi çıkaran Maarifçi Mustafa Refik Bey’in kızı Refika Hanım'dır. Çiftin ikinci çocuğu olan Refik Erduran, 13 Şubat 1928'de İstanbul'da dünyaya gelmiştir.
Çocukluğunu Salacak (Üsküdar)'ta bir yalıda dadıların gözetiminde geçiren Erduran, ilköğrenimini Nilüfer Hatun İlkokulu (o zamanki adıyla 15. İlkokul)'da tamamladıktan sonra öğrenimine Robert Koleji'nde devam etti. İlk oyununu Robert Koleji'nde iken yazdı ve oyun 1948 yılında okulun tiyatrosunda "Kahraman" adıyla sahnelendi.
Erduran, Robert Koleji’nden lisans derecesini aldıktan sonra 1947 yılında Tiyatro Tarihi ve Dram Bölümü'nde Yüksek Lisans eğitimi için Cornell Üniversitesine gitti. Hayranı olduğu Nazım Hikmet'in cezaevinde hastalandığını ve durumunun kötüleştiğini öğrenince onunla tanışma arzusundan ötürü 1949 yılında Türkiye'ye döndü.
Refik Erduran, Türkiye'ye döndükten sonra Nazım Hikmet'i hapisten kaçırma planları yaptı ancak buna gerek kalmadı çünkü 28 yıllık mahkumiyet kararı ile hapse girmiş olan ve 13 yıldır hapis yatan Nazım Hikmet'in geri kalan cezası, şairin af yasası kapsamına alınması için yürütülen büyük kampanyanın ve yaptığı açlık grevinin ardından affedildi ve şair 15 Temmuz 1950 günü özgür bırakıldı. Ne var ki Nazım Hikmet, 1951 yılında askere çağrılmış ve askerde öldürülme tehlikesi ortaya çıkmıştı. Bu dönemde şairin baba bir anne ayrı kızkardeşi Melda Hanım ile nişanlanan Erduran, artık akrabalık ilişkisi de olan Nazım'ı yurtdışına kaçırma fikrini öne sürdü ve kendisinin kullandığı bir sürat motoruyla Nazım'ın İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e geçmesine, Karadeniz'de seyreden Romanya bandıralı bir gemiye binerek Türkiye'den ayrılmasına yardımcı oldu. Erduran'ın bu olayda oynadığı rol, uzun süre sır olarak saklandı. Olayla ilgili suç dosyası "kaçıranı meçhul" olarak kapandı. Nazım Hikmet, 1961 yılında yazdığı Otobiyografi adlı şiirde kaçışından -Refik Erduran'dan adını anmadan- şu dizeyle bahsetmiştir : "951`de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm ölümün üstüne".
Erduran, askerliğini Kore Savaşı sırasında Türk Tugayı’nda yedek subay olarak yaptı. Savaşta tercümanlık yapan Erduran, Türk tugayına gönüllü olarak katılmıştı.
Kore Savaşı'ndan döndükten sonra asker arkadaşı Ertem Eğilmez ve devrin tanınmış gazetecisi Kemal Salih Sel'in oğlu Haldun Sel ile 1953 yılında Çağlayan Yayınevi'ni kurdu. Cep kitabı boyutlarında plastik kapaklı kitaplarla yayın piyasasında önemli bir başarı elde etti. Refik Halit Karay, Aka Gündüz, Peride Celal gibi devrin önemli yazarlarının kitaplarının yayımladı. Cumhuriyet Gazetesi'nde tefrika edilen İnce Memed romanını ilk yayımlayan yayınevi oldu (1955). Erotik romanlara, bilimkurgu kitaplara kitap yelpazesinde önemli bir yer verdi. Yayınevi kitaplarını göreceli olarak ucuz fiyatla ve ilk defa gazete bayilerinde satışa sundu. Refik Erduran'ın yazdığı Yağmur Duası adlı kitap da Çağlayan Yayınevi tarafından basıldı ve çok satanlar arasına girdi.
Erduran, 1954-55 yılları arasında TEF adlı haftalık mizah dergisini yönetti. Dergi, 1955'te kapandı (1960 yılında Ertem Eğilmez yönetiminde tekrar yayımlanmaya başlamıştır).
Erduran, zamanla yayımcılık işlerini Ertem Eğilmez'e bırakıp asıl ilgi alanı olan tiyatroya yöneldi.
Refik Erduran, Muhsin Ertuğrul'un isteği üzerine, oyun yazarlığı dersleri vermesi için Ankara Üniversitesi'ne davet edilen Amerikalı yönetmen Kenneth Mcgowan'a birkaç ay süreyle asistanlık yaptı. Bu kurslardan Aziz Nesin gibi değerli oyun yazarları faydalandılar.
Bu deneyimden sonra ilk profesyonel tiyatro oyunu Deli’yi 1957 yılında yazdı. Oyun, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oynandı ve bunu ardı ardına yazdığı diğer oyunları takip etti. Daha çok güldürü ve vodvil türünde oyunlar yazdı. Bir Kilo Namus (1958) ve Cengiz Han'ın Bisikleti (1959) adlı oyunlarıyla ün yaptı. Evet, asıl geliyoruz şimdi esas yazımızın esas konusu; Kadın avukatların Refik Erduran'a yıllar önce bugün aleyhinde dava açtığı oyuna. "Bir Kilo Namus" isimli yapıtında kadınların şeref ve haysiyetlerinin zarar gördüğünü ileri süren avukatlar, belli bir süre sonra dava açmaktan vazgeçtiler. Nedense araştırmalarım sonucu, basında fazla yer almayan oyun, sonuçsuz kaldı. Sadece şunu görüyoruz ki, sürekli itilmeye çalışılan yazara oynanan oyunlardan biri olmuştur. Yazımı bu olay üzerine kurmak isterken baktım ki, ne kadar az şey biliyormuşuz Erduran hakkında ve devamında onun hayatını anlatmaya kaptırdım kendimi.
Yurt içinde ve dışında sinema, televizyon senaryoları yazdı. Atatürk'ün toplumu yeniden yapılandırmada kırdığı sürat rekorunu anlatan "Metamorfoz(Başkalaşım)" adlı senaryosu TRT tarafından 1992'de filme çekildi. Tiyatro oyunu yazarlığı alanlarında yerli ve yabancı ödüller aldı.
1965 yılında Abdi İpekçi'nin teklifi üzerine Milliyet Gazetesi'nde başladığı köşe yazarlığını 1981 yılına kadar aynı gazetede sürdürdü. Daha sonra Güneş ve Meydan gazetelerinde gazeteciliğe devam etti. 1985 yılında Gazeteciler Cemiyeti'nin 'En başarılı Köşe Yazarı Ödülü'nü aldı.
1968'de Uluslararası Yazarlar Atölyesi'nin daveti üzerine ABD'ye giden Erduran, bir yıl boyunca Iowa Üniversitesi'nde Yazarlar Atölyesi'ne katıldı ve sonra Kaliforniya'ya yerleşti. Gazeteciliğini Milliyet’in Batı Amerika Haber Bürosu Şefi olarak devam ettirdi. 1982'de İstanbul'a döndüğünde köşe yazarlığını bıraktı. Gazeteciliği, önemli gördüğü konularda yazılar yazarak sürdürdü.
Erduran bir film şirketi kurarak çeşitli tv dizileri yönetti. En bilineni : Önce Canan adlı dizidir. 1990'larda çeşitli TV programlarında yapımcılık, sunuculuk üstlendi.
Erduran, Sırp Faşistleri'ne karşı sembolik direniş göstermek amacıyla 1995 yılında Bosna’ya giderek "Kara Kuğular" adlı seçkin birliğe katıldı, gördükleri Milliyet’te dizi olarak yayımlandı. Ardından "Bosnalı Samuraylar" başlığıyla kitaplaştırıldı.
Refik Erduran'ın, ilk romanı Yağmur Duası adlı eserdir. Bu roman, 1954 yılında yayımlandığında 9 günde 50bin satışla bir rekor kırdı. İkinci romanı "Er Oyunu", Milliyet Gazetesi'nde dizi olarak yayımlanmaya başladı ancak birinci bölümden sonra 12 Eylül Darbesi nedeniyle dizi yarım kaldı. Erduran, 2003-2005'te yayımladığı romanlarla yazarlığa devam etti. "Domuz", "Neşe'nin Şarkıları", "Er Oyunu", "Kavşak" adlı dört romanı yayımladı. Ayrıca Sabiha Sertel'i anlattığı "Sabiha" adlı öykü kitabını; "İblisler, Azizler, Kadınlar" adlı anı kitabını yayımladı.
Erduran, bir BM örgütü olan UNESCO'ya bağlı, kısa adı ITI olan, Uluslararası Tiyatro Enstitüsü Türkiye Merkezi’nin 1986 yılından beri başkanlığını yürütüyor. Haldun Taner'in ölümü üzerine bu görevi üstlenen Erduran, aynı örgütün 1989’da Helsinki’de yapılan Dünya Kongresi’nde Uluslararası Yazarlar Komitesi Başkanlığı’na seçildi.
Başta dediğimiz gibi çalkantılı özel yaşamı, değişik dönemlerde 4 evliliği ve bu evliliklerden 4 çocuğu olan Erduran, 74 yaşında, eski karısının kızı ile evlenmesiyle büyük toplumsal tepkiye neden olmuş, hatta o dönemde bir avukatın evliliği iptal davası açması akabinde mahkeme evliliğini iptal etmiştir. Buna rağmen birlikteliğini sürdüren Erduran'ın bu evlilikten Ferhat(1997), Kerem(2002) ve İpek (2002) adında üç çocuğu doğmuştur.
Belki de bu olaylardır ki yazarı arka sayfalara itti ve orada kalmaya mecbur kıldı. Ne yazık ki, toplum için bir şeyler yapmaya çalışmış insanları hep özel yaşamlarından dolayı yadırgadık durduk ve uzun dönem değişeceğini de düşünmüyorum.

Tarihten arta kalanlar; 21.01...

Bu yazı dizime başlarken önemli ve ilk gayem hem geçmişimizi öğrenmemiz, hem de tarihin arka sayfasında tozlanmaya bırakılmış bilim adamları, sanatçılarımız, söz ustalarımız ve siyasilerimizin hakkında yaşananları gün yüzüne çıkarmak oldu.
Tarihin arka sayfalarını karıştırırken dikkatimi ilk çeken Besteci Udi Nevres Bey (Orhon) oldu. Hakkında belki de müzisyenlerimizin ve musikiyle ilgilenenlerden başka bilen kimse yoktur diye düşündüm. İsterseniz ut sanatçısının hayatından kesitlere bir göz atalım.
Udi 1873 yılında Malatya’nın Yeşilyurt kazasında doğdu. Babası fakir bir demirci idi. Nevres küçük yaşta iken babası İstanbul’a bir paşa konağında çalışmak için gitti. Babası gittikten kısa bir süre sonra Nevres’in annesi zatürreeden öldü. Yeşilyurt’a geri dönen babası İstanbul’a giderken Nevres’i de yanına almayı ihmal etmez. Bir süre sonra babası da ölen Nevres’in yetiştirilmesini eğitim ve öğretimini babasının yanında çalıştığı paşa üstlendi. Nevres ortaöğretimini tamamladıktan sonra Bab-ı Âli’de (Bâb-ı Âli ya da basitleştirilmiş şekli ile Babıali, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde Sadrazamlık binasına ve daha geniş anlamıyla da Osmanlı Hükümeti'ne verilen isimdi) memur olarak çalışmaya başladı ve Kadıköy’e yerleşti.
Bu dönemde İstanbul’da birçok musiki derneği ve dönemin zenginleri konak ve yalılarında ünlü müzisyenleri bir araya toplayarak fasıllar düzenlerdi. Nevres’in ûdî olarak ünü 1908 yılından önce yayılmış; zengin konaklarındaki fasıllara çağrılmaya başlanmıştı. Tanburî Cemil ile tanıştıktan sonra ünü daha da yaygınlaşmaya başlayan Nevres’in ilk davet edildiği fasıl, o dönemin zengin müzikseverlerinden Prens Sait Halim Paşa’nın yalısında yapılmıştı.
Günün koşullarına göre temiz ve çağdaş giyinmeye özen gösteren ûdî Nevres Bey; ciddi, disiplinli, gururlu, aşırı duygusal, içine kapanık ve sinirli bir insandı. Müzikle ilgili en küçük hataya bile tahammülü olmazmış. Bu nedenle kötü müziğe ve en küçük falsoya hemen tepki gösterirdi. Çünkü çok hassas bir kulağı ve üstün bir müzikalite anlayışı vardı. Bundan dolayı hiçbir zaman çalgısını para kazanmak için kullanmazdı. İstemediği yerde ve istemediği zamanda katiyen çalmaz, yoksulluk çekme pahasına da olsa yeteneksiz kişilere ders vermezdi.
Sürekli kendini geliştiren Nevres, Batı Müziği ile de ilgilenmiş Hamparsum (Ortaçağ Ermeni Kiliselerinde kullanılan Khaz Sistemine dayalı, genel "Hamparsum notası" olarak bilinen bir notasyon geliştirerek Klasik Türk Müziğinde kullanılmasını sağlamış; böylece Türk müziği eserlerinin kaydedilerek günümüze ulaşmalarında çok önemli bir rol oynamıştır) notasının yanında uluslar arası nota yazısını da mükemmel biçimde öğrenmişti. Öyle ki, bir bakışta seslendirme becerisi yanında duyduğu ezgiyi notaya aktarma konusunda en üst düzeye ulaşmıştı. Nevres’in o güne kadar udda yaptığı teknik yeniliklerin, bestelediği sazsemaileri ve aranağmelerin ancak müzik bilimini tam anlamıyla öğrenmiş, müzik alanında özgüveni oluşmuş bir kişinin yapabileceği işler olduğu için Ûdî Nevres’in müzik bilgisini anlamak zor değildir.
1908 yılında Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda verilen tiyatro ve müzik gecesinde Nevres ilk defa halkın karşısına çıkmış, bu konserde çaldığı ud ve yaptığı taksimlerle halkın beğenisini kazanmıştı. 1914 yılında I. Dünya Savaşı başlamadan önce Almanya’ya plâk doldurmaya gitti. Burada armoni öğrenmeye başladı. 1923’ten sonra Cumhurbaşkanlığı Özel Kaleminde çalışmak üzere Atatürk tarafından Ankara’ya çağırıldı. O dönemin çorak Ankarası’na alışamayan Nevres yine Atatürk’ün izni ile İstanbul’a döndü. 1930 yılında verilen ilk Münir Nureddin Selçuk Konserine katıldı. 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunundan sonra “ORHON” Soyadını aldı. 1936’dan sonra kurulan radyoda çalmaya başladı. Radyo yayınlarını sevmiyor, yayınları kalitesiz buluyordu. Bu nedenle hiç radyo dinlemezdi.
Hiç evlenmeyen Ûdî Nevres kalitesiz müzik yapan insanların ortamından uzak yaşama isteği yüzünden çok gezen biri olmuştur. Ramazanlarda Şehzadebaşı, yazın Fenerbahçe, Göksu, Kalender, Sarıyer ve Yakacık taraflarına gider kışın da Beyoğlu’nda gezintiye çıkardı. Esmer, zayıf yüzlü, açık yeşil gözlü bir insan olan Nevres, edebiyatla da yakından ilgilenmiştir. Para olmadan sadece zevk için poker oynamayı çok severdi. En büyük tutkusu ise Yakacık’ta bir ev sahibi olmaktı. Yakınlarına “zengin olsam buraya bir ev yaptırır burada otururum” derdi. Kendisine verilen görevi en iyi şekilde yapmaya çalışırdı. İşine geç gittiği hiç görülmemişti. Yaşamı boyunca en değerli eşyası udu idi. Kalabalıkta zarar verme korkusuyla toplu taşıma araçlarına uduyla binmez gideceği yere yayan giderdi.
1937 yılı Ûdî Nevres’in yaşamının noktalandığı yıl oldu. Gırtlak kanseri teşhisiyle yattığı Cerrahpaşa Hastanesinde kaldığı zaman kimse onu arayıp sormadı ve 22 Ocak 1937 tarihinde fakir ve kimsesiz bir ünlü olarak vefat etti. Cenazesi Yakacık mezarlığına üç beş kişi omuzlarında götürülerek karlı bir kış günü vasiyeti yerine getirildi. Ölümünden sonra kütüphanesi İstanbul Belediyesi Konservatuarı’na devredildi.
Belki, de hikayesini araştırırken benim de ara ara boğazıma düğümler takıldığı gibi sizler de hayal kırıklığına uğradınız. Zira böyle bir sanatkara yeterli değerin verilmemesi tarihimizde çok rastladığımız olaylardan biridir nitekim. Ne diyelim, umarım bu yazıdan sonra herhangi arama motoruna udinin ismini yazar, eserlerinden en azından birine kulak verirsiniz.